Deli mi, Dâhi mi? Fikret Mualla’nın Çalkantılı Dünyası

Paris’in tenha bir sokağında küçük bir kafede, elinde kadehiyle oturan dağınık görünümlü bir ressam düşünün. Masadaki defterinden kopardığı bir çizimi garsona uzatıyor, karşılığında bir şişe şarap alıyor. Bu bohem sahnenin kahramanı, Türk resim tarihinin belki de en efsanevi ve gizemli isimlerinden Fikret Mualla’dan başkası değil. Çalkantılı ve bohem yaşam tarzı nedeniyle yalnız sanatıyla değil, hayat hikâyesiyle de adeta bir mitolojiye dönüşen bu sıra dışı ressam, “deli mi dâhi mi” ikilemini çağrıştıran yaşamıyla tanınıyor. Peki Fikret Mualla’nın renkli dünyasında bizleri neler bekliyor?

Tarihsel Bağlamda Fikret Mualla’nın Yaşamı

Fikret Muallâ Saygı, 1903 yılında İstanbul’un Kadıköy ilçesindeki Moda semtinde dünyaya geldi. Babası Düyun-u Umumiye’de ikinci müdür olan Ekrem Bey, annesi ise Emine Nevber Hanım’dı; aile, doğacak çocuklarını kız bekledikleri için adını Mualla koymayı planlamış, bebek erkek olunca babasının Tevfik Fikret hayranlığıyla bu isme Fikret eklendi. Küçük yaştan itibaren fırtınalı bir hayatın işaretlerini veren Mualla, Saint Joseph Fransız Lisesi’nden sonra Galatasaray Lisesi’nde öğrenim gördü. 12 yaşında yatılı okuldaki bir futbol maçı sırasında sağ ayağını kırdı ve ömür boyu topal kaldı. Çok sevdiği annesini 1919’daki İspanyol gribi salgınında kaybetmesi, genç Mualla’da derin bir suçluluk duygusu yarattı. Annesinin vefatından hemen sonra babasının peş peşe yaptığı evlilikleri de hazmedemeyen Mualla, bu travmaların etkisiyle hırçın ve uyumsuz bir genç haline geldi. Ailesi onu 17 yaşında mühendislik eğitimi alması için İsviçre’ye yolladı; Mualla bunu adeta evden atılmak olarak yorumlamış ve resim tutkusunun ağır basmasıyla kendini Avrupa’nın sanat çevrelerinde bulmuştu.

Genç bir sanatçı adayı olarak Avrupa’da, Fikret Mualla önce Zürih’e, ardından Münih ve Berlin’e uzanan bir eğitim sürecine girdi. Münih Güzel Sanatlar Akademisi’nde afiş ve desen, Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nde ise resim eğitimi aldı; burada dönemin ünlü ressamı Arthur Kampf’ın öğrencisi oldu. Bu yıllarda yakın arkadaşı Hale Asaf gibi yetenekli sanatçılarla tanıştı. Ancak Avrupa’daki öğrencilik hayatı kolay değildi: Savaş döneminin zorluklarıyla parasız kalan Mualla, bir Osmanlı paşası olan Abbas Halim’den bir süre maddi destek gördü. Fiziksel engeli ve içine kapanık yapısı nedeniyle Almanya’da yalnızlaşan genç ressam, resim yapmadığı zamanlarda içkiye sığınmaya başlamıştı. İlk kez 1928’de, henüz 25 yaşındayken alkol bağımlılığı ve yaşadığı delirium sebebiyle hastanede tedavi görmesi gerekti. Tedavi sonrası Avrupa’da kısa bir gezi yaparak İtalya ve Fransa’daki sanat merkezlerini dolaştı; nihayet 1930’ların başında İstanbul’a geri döndü.

Türkiye yıllarında Mualla, dönüşte bir süre eğitimci kimliğine büründü. Galatasaray Lisesi’nde ve Ayvalık Ortaokulu’nda resim öğretmenliği yaptıysa da ne düşük maaşa ne de Anadolu’nun zor koşullarına tahammül edebildi. İstanbul’a döndüğünde bohem yaşamına devam ederek sanat çevrelerinde aradığını bulmaya çalıştı ama umduğu ilgiyi göremedi; “çalışmaları aşağılandı” ifadesi, o dönemde eserlerine karşı takınılan tavrı özetliyordu. Resimden bir süre uzaklaşıp edebiyata yönelen Mualla, kendisi gibi hayatının zor yanları olan Alman şair Friedrich Schiller üzerine bir kitap kaleme aldı. 1932’de yayımlanan “Şiller: Hayatı ve Eserleri” adlı bu eseri, onun entelektüel yönünü gösterse de asıl tutkusu olan resimden kopmasına engel olamadı. Aynı dönem Nâzım Hikmet’in Varan 3 şiir kitabını ve Benerci Kendini Nasıl Öldürdü? piyesini resimleyerek edebiyat ve resmi bir araya getiren projelerde yer aldı. Ayrıca İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen Lüküs Hayat, Deli Dolu, Saz Caz gibi dönemin popüler operetlerine kostüm tasarımları yaparak geçimini sağlamaya çalıştı. 1934 yılında İstanbul Beyoğlu’nda bir kitabevinde ilk kişisel sergisini açtı; suluboya ve desenlerden oluşan bu sergi maalesef fazla ilgi görmedi ve genç sanatçı yine anlaşılamadığını hissetti.

Bu dönemde Mualla’ya inanan az sayıda kişiden biri, sanatsever Salah Cimcoz idi. Cimcoz, Moda’daki konağında ressama rahatça çalışabileceği bir oda tahsis etti; Mualla da teşekkür mahiyetinde Cimcoz’un çocuklarına resim dersleri veriyordu. Ne var ki bir gece, alkolün de etkisiyle Salah Cimcoz’la tartışan Fikret Mualla, öfkeyle üzerinde çalıştığı portreleri parçaladı ve dönemin bazı devlet büyüklerinin resmedildiği panoya karşı hadsizce küfürler savurdu. Bu olay, dönemin hassas siyasî ortamında polis soruşturmasına yol açtı ve Mualla’yı hayatı boyunca bırakmayacak bir polis korkusunun başlangıcı oldu. 1936’da gerçekleşen bu skandalın ardından ressam, yaklaşık bir buçuk yıl Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde yatarak ünlü psikiyatr Mazhar Osman’ın kontrolünde tedavi gördü; hatta aynı odayı, bir başka efsanevi “deli-dahi” figür olan neyzen Tevfik Kolaylı (Neyzen Tevfik) ile paylaştı.

Paris’te Bir Türk Bohemi

1938’de babasının vefatıyla yüklü bir mirasa kavuşan Fikret Mualla, tüm malvarlığını elden çıkarıp hayatında yeni bir sayfa açmak üzere Paris’e yerleşmeye karar verdi. Paris’e gitmeden hemen önce yakın dostu Abidin Dino’nun ricasıyla 1939 New York Dünya Fuarı’nın Türk Pavyonu için İstanbul konulu otuz kadar tablo hazırladı. Ne ironiktir ki bu eserler memleketinde sergilenmeden Amerika’ya gönderilirken, Mualla kendi vatanında hakkında açılan bir davayla uğraşıyordu: Ses dergisinde yayımlanan birkaç çizimi “müstehcen” bulunmuş, yargılanan sanatçı kısa sürede beraat etmişti. Bu beraat belki de onun için bir özgürlük işaretiydi; 1939’un sonlarında, Türkiye’deki anlaşmazlıkları arkasında bırakıp 26 yıl boyunca yaşayacağı Fransa’ya doğru yola çıktı.

Paris yılları, Fikret Mualla’nın hem en üretken hem de en zorlu dönemiydi. Kısa bir süre şehrin tadını çıkarıp lüks içinde yaşasa da, II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle hayat koşulları aniden değişti. Savaşın ve Nazi işgalinin gölgesinde, günlük ihtiyaçlarını karşılayabilmek için tablolarını yok pahasına sattığı anlatılır. Gerçekten de, Paris’te onu tanıyanlar Mualla’nın bir resmini elde etmek istiyorlarsa genellikle kendisini Montparnasse kahvelerinde bulup ucuza ikna etmenin yolunu biliyordu. Mualla’nın alkol sorunu, polis fobisi ve memleket hasreti Paris’te de yakasını bırakmadı; bu sıkıntılar onu defalarca hastanelik etti. Yine de o, sıkıntılarını yenmenin yolunu resim yapmak ve içkiyle avunmakta buldu. Bir ara Paris’te yaşayan Türk ressam Hale Asaf’a gönlünü kaptırdı, fakat karşılık bulamadı. 1940’lar boyunca içkiden ve ruhsal gelgitlerden tam olarak kurtulamayan Mualla, birkaç ay kliniklerde tedavi görse de resim yapmayı asla bırakmadı.

Paris’te Mualla’nın bohem hayatı dillere destandı. Örneğin ünlü edebiyatçı Ahmet Hamdi Tanpınar, 1946’da Paris’e gittiğinde bir galeride asılı tabloları uzaktan tanır ve galericiye bunların Fikret Mualla’ya ait olup olmadığını sorar. Galeri sahibi, Tanpınar’ın bu tanınımına şaşırır ve “Acayip ressam, daha doğrusu acayip insan. Biraz kendisini idare edebilse, eserlerini sağa sola yok pahasına satıp piyasasını kırmasa… Bilir misiniz ki Paris’in bir tarafını yakaladı. Paris kendisini sevenleri mükâfatlandırmayı bilir… Hemşerinizde işte bu var…” diyerek Mualla’nın samimi ve şahsi üslubuna rağmen kendine zarar veren tavrını dile getirir. Tanpınar daha sonra Mualla’yı evinde ziyaret ettiğinde, ressamın kapıyı neşeli ama bol küfürlü bir şekilde, üstelik giyinik olarak (!) açtığını yazarak bu tuhaf mizacı ölümsüzleştirir. Gerçekten de Fikret Mualla’nın ne siyasî ne de toplumsal bir kaygısı vardı; esas derdi, bir sonraki şişe şarap parasını denkleştirmekti. Bu uğurda tablolarını önüne gelene dağıtıyor, barlarda içtiği içkilerin faturasını koltuğunun altındaki resimleriyle ödüyordu.

Mualla hakkında kulaktan kulağa yayılan sayısız efsane vardır. En meşhurlarından biri, Pablo Picasso ile karşılaşmasıdır. Efsaneye göre, bir tanıdık vasıtasıyla Picasso ile tanıştırıldığında Mualla umursamaz bir edayla “Picasso mu? Tanımıyorum…” deyivermiş; karşısındaki bu pervasız tavır, Picasso’yu hem şaşırtmış hem de etkilemiştir. Dünyaca ünlü İspanyol sanatçı, bu Türk ressamda kendine özgü bir cevher görmüş olmalı ki Mualla’yı evine davet ederek ona “Fikret Mualla’ya…” ithafıyla imzaladığı bir kadın figürü armağan eder. Birçok sanatçının hayalini kuracağı böylesi kıymetli bir Picasso eseri bile Mualla için yalnızca birkaç günlük içki parası demekti. Nitekim ertesi sabah o figürü apartmanının alt katında oturan başka bir ressama yok pahasına sattı. Yıllar sonra aynı orijinal eser bir İsviçre galerisinde 12.500 İsviçre frangına (dönemin parasıyla 40 bin TL’ye) alıcı bulduğunda, Mualla’nın bohem israfına dair bu hikâye iyice ün kazanmıştı. Hatta rivayet edilir ki Picasso, Mualla’nın pervasız dehasından etkilenerek ondan bir tablo satın almış ve kendi yaptığı bir resmi hediye etmiştir; Mualla ise hediye edilen tabloyu bir şişe rakı parasına elden çıkarmıştır. Bu anekdotlar, onun deli-dahi imajını perçinlerken, bir yandan da sanat piyasasındaki ironik durumunu gözler önüne serer: Hayattayken birkaç frank veya kadeh karşılığı elden çıkan resimleri, yıllar sonra koleksiyonerlerin peşinde koştuğu hazineler haline gelecekti.

1950’lere gelindiğinde, Fikret Mualla Paris’te çevresi tarafından yavaş yavaş tanınmaya ve takdir edilmeye başlamıştı. 1954’te Dina Vierny adlı sanat hamisinin çabalarıyla Paris’te ilk kişisel sergisini açtığında, tam 25 yıldır hiçbir eserini topluca sergilememiş olduğu gerçeği sanat çevrelerini hayrete düşürdü. Dina Vierny Galerisi’nde gerçekleşen bu sergi, Mualla’nın tüm tablolarının satılmasıyla sonuçlandı; ne var ki sergiyi organize eden tablo simsarları, anlaşmaya göre Mualla’ya vermeleri gereken payı vermeyip onu dolandırdılar. Yine de bu sergi, onun adını Paris sanat ortamında görkemli bir şekilde duyurdu ve Fikret Mualla artık “Paris ressamı” olarak tanınmaya başladı. Birçok büyük sanatçıyla dostluklar kurdu; nihayet Picasso’nun da dikkatini çekmiş olması, onun sanatının ciddiye alınmaya başladığının bir göstergesiydi. 1956’daki ikinci Paris sergisi sonrasında bir kez daha akıl hastanesine yatan Mualla, çıkınca Fransız bir sanayiciyle düzenli iş anlaşması yaptı ve özellikle koleksiyoner Madame Angles sayesinde resimlerini satarak az da olsa geçim güvencesi sağladı. Ne var ki düzenli bir hayat kurmayı yine başaramadı; Paris’in ünlü ressamı haline gelmiş olsa da o, kahvelerde yaşayan bohème ruhunu hiç terk etmedi.

1962 yılında Mualla’nın sağlık durumu iyice kötüleşti ve felç (inme) geçirdi. Bu noktada imdadına eşi senatör olan sanatsever Madame Fernande Anglès yetişti. Anglès, Mualla’yı bir bakıcı eşliğinde Fransa’nın güneyindeki Reillanne köyündeki çiftliğine götürerek bakımını üstlendi. Ressam, ömrünün son beş yılını bu çiftlikte nispeten sakin bir ortamda geçirdi ve hamisine minnettarlığını göstermek istercesine sayısız eser üretti. Ancak huzur arayışı içindeki dâhi, sinir krizlerinden kaçamadı; Mayıs 1967’de tekrar rahatsızlanarak bir bakımevine yatırıldı. 20 Temmuz 1967 sabahı, Fikret Mualla 64 yaşında hayata gözlerini yumduğunda tek başınaydı. Vefat ettiğinde bir kimsesizler mezarlığına defnedilen sanatçının vasiyeti üzerine, cenazesi nihayet 1974’te Türkiye’ye getirilerek İstanbul Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi. Bu süreçte, Mualla’nın yıllar önce resim dersleri verdiği küçük Emel’in Türkiye Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün eşi olması sayesinde devlet düzeyinde girişimlerde bulunulmuş ve sanatçıya nihayet memleket toprağı nasip olmuştu.

Resimlerinde Yaşam Sevinci ve Özgün Üslup

Fikret Mualla’nın sanatı, kendi hayatının aksine coşku dolu ve renkli bir dünyayı yansıtır. Bir ömür boyu mutluluğu ve iç huzuru arayan Mualla, belki de bu yüzden resim yapmayı bir tür sığınak olarak görmüştü. Nitekim “mutlu olabilmek ve her şeyi unutmak için resim yapmıştı” diye yazar biyografları; çalkantılı kişiliğini ve mutsuz hayatını, tuvallerine neredeyse hiç yansıtmadı. Tam tersine, resimleri yaşama sevinciyle dolu, rengârenk sahneler sunar. Kendi sezgilerine güvenerek, dönemin popüler sanat akımlarına bire bir kapılmadan kendi tarzını yaratmayı başardı. Elbette ki yaşadığı dönem ve çevre onu etkilemişti: 1930’larda Avrupa’da yükselen Dışavurumculuk (Ekspresyonizm) ve Fovizm akımlarının izleri Mualla’nın fırçasında görülür. Özellikle renk kullanımında Henri Matisse’in cesur ve parlak paletinden etkilendiği bilinir. Ancak Mualla, bu etkileri taklitten öteye geçip içselleştirmiş; her tablosuna kendi duygu ve izlenimlerini akıtarak bambaşka bir yorum getirmiştir.

Sanatçının eserlerinde şehir hayatının enerjisi hemen göze çarpar. İstanbul ve Paris’in insanlarını, sokaklarını, kafelerini resmetmeyi çok severdi. Kahvelerde oturan insanlar, sirklerdeki göstericiler, genelev sokağının ışıkları, balıkçı kahveleri gibi sahneler onun tuvalinde hayat bulur. Belki kendi iç dünyasındaki yalnızlığı bu kalabalık şehir sahneleriyle dengeledi; ya da içindeki hüzün ve öfkeyi resimlerinde neşeli görüntülere dönüştürüp bir terapi gerçekleştirdi. Kullandığı teknikler de özgünlüğünün bir parçasıdır: Genellikle renkli fon kâğıtlar üzerine guaj boya ile çalışır, suluboya ve pasteli de sıkça tercih ederdi. Bu malzemeler, onun hızlı ve spontan çizim üslubuna hizmet ediyor; figürlerindeki canlılık ve akış, sanki bir anlık izlenimi hemen tuvale hapsetmişçesine taze kalıyordu. Mualla, resim yaparken adeta kısıt tanımazdı – ne perspektif kurallarına ne de akademik disipline takılır, o an hissettiğini kağıda dökerdi. Yine de kompozisyonlarında bir düzen ve ahenk hissedilir; bu da onun içgüdüsel dehasının göstergesidir.

Fikret Mualla, sanat tarihimizde Paris Ekolü olarak anılan Türk ressamlar kuşağının en önemli temsilcilerinden biri kabul edilir. 1940’lardan itibaren Paris’te yaşamış Türk sanatçılar – Abidin Dino, Selim Turan, Avni Arbaş, Nejad Devrim, Hakkı Anlı, Mübin Orhon, Albert Bitran gibi – arasında Mualla, hem en kıdemli hem de en “aykırı” figürdür. Bu sanatçılar, Avrupa modernizmiyle Türk resim geleneğini harmanlayan özgün eserler vermiş ve uluslararası sanat ortamında iz bırakmışlardır. Mualla’nın özellikle Paris’teki ünü, hayattayken bile kendi çevresinde kulaktan kulağa yayılmıştı. Picasso’nun onun bir tablosunu övdüğü ve koleksiyonuna kattığı, hatta “çok yetenekli” bulduğu için kendi yaptığı bir resmi hediye ettiği kaynaklarda belirtilir. Böylesi büyük bir ustadan takdir görmek, Mualla’nın resimlerinin ne denli güçlü bir etki yarattığını kanıtlar.

Eserlerinde teknik mükemmellik arayan biri değildi Mualla; belki de bu yüzden döneminin çeşitli akımlarından bilinçli olarak uzak durdu, sezgilerine güvenip özgünlüğünü korudu. Fırçasının ucunda coşku vardı: Kimi zaman cıvıl cıvıl bir Paris sokağı, kimi zaman Haliç kıyısında günbatımı… Renkler onun dilinde adeta dans ederdi. Özellikle guaj ve suluboya ile elde ettiği saydam ve parlak etkiler, resimlerine neşe katan en önemli unsurlardandı. İlginç bir şekilde, bu kadar coşkulu sahnelerin ardındaki adamın iç dünyası fırtınalıydı; ancak Mualla, kendi karanlığını sanatına bulaştırmamaya özen gösterdi. Bu tutum belki de bir kaçıştı: Kederi tuvallerin dışında bırakmak ve resimde teselliyi bulmak. Nitekim, “huysuz ve uzlaşmaz kişiliğini ve mutsuz yaşamını resimlerine yansıtmadı, yaşama sevinci dolu resimler yaptı” diye yazar kaynaklar. Bu yönüyle Fikret Mualla, sanat ile hayat paradoksunu en iyi yansıtan örneklerden biridir.

Efsaneleşen “Deli-Dâhi” ve Bugünkü Yansımaları

Fikret Mualla’nın hayatı ve sanatı, ölümünden sonra giderek büyüyen bir efsaneye dönüştü. Trajik yaşam öyküsü, bohem efsaneleri ve parlak resimleriyle Mualla, Türk resim tarihinde eşine az rastlanır bir kült figür haline geldi. Öyle ki, bir sanat müzesinde adına sergi açmak bile onun efsanevi imajını değiştirmeye yönelik özel bir çaba gerektirdi. 2005 yılında İstanbul Modern’de gerçekleştirilen kapsamlı “Fikret Muallâ Retrospektifi” sergisinin küratörleri, sanatçıyı hep sıradışı, çalkantılı, bohem yaşam tarzıyla aktaran bakışı tersine çevirmeyi amaçladıklarını vurguladılar. İlk defa 35 farklı koleksiyondan derlenen 241 eserle açılan bu retrospektif, Mualla’nın özgün dünyasını tüm boyutlarıyla yansıtmaya çalıştı ve şimdiye dek yapılmış en kapsamlı Fikret Mualla sergisi oldu. Sergi, bugüne dek “deli-dâhi” imgesiyle anılan sanatçının aslında ne büyük bir yaratıcı güce ve zengin düş gücüne sahip olduğunu izleyiciye göstermeyi hedeflemişti. Küratörlerden Ali Akay’ın ifadesiyle, Fikret Mualla Türk resminin en önemli ve en tartışmalı isimlerinden biri idi; üstün yeteneği kadar trajik yaşamıyla da anılıyor, ölümünden sonra ise bir “efsane” mertebesine yükseliyordu. Bu retrospektif, Mualla’nın bohem mitini değil sanatsal dehasını öne çıkararak, onun hakkındaki yüzeysel yargıları sorgulamamızı sağladı.

Günümüzde Fikret Mualla’nın değeri, hem Türkiye’de hem uluslararası sanat çevrelerinde çok daha iyi anlaşılıyor. Bir zamanlar kimsenin yüzüne bakmadığı tabloları şimdi müzayedelerde ciddi rakamlara alıcı buluyor. Örneğin 2023’ün sonunda İstanbul’daki bir müzayedede Mualla’ya ait “Figüratif Kompozisyon” adlı eser, 100 bin TL açılış fiyatıyla çıkıp tam 41 teklif sonunda 810 bin TL’ye alıcı buldu. Bu astronomik fiyatlar, bir zamanlar birkaç şişe içkiye satılan resimlerin bugün hangi mertebeye eriştiğini gösteriyor. Hatta o kadar ki, proje direktörü Fahri Özdemir’in belirttiğine göre, Mualla Türk resim tarihinde en fazla sahte eseri üretilen sanatçı haline gelmiş durumda; eserlerine talep arttıkça sahteleri de dolaşıma sokuluyor. Bu nedenle kurulan Paris merkezli “Fikret Mualla Dostları Derneği”, onun tablolarının orijinalliğini araştırıp sanatçıyı dünya çapında tanıtma misyonunu üstlenmiş halde. Bir bakıma, yaşamı boyunca anlaşılamayan Mualla, öldükten sonra hakkı teslim edilmeye çalışılan bir efsaneye dönüştü.

Son yıllarda Fikret Mualla’nın hayatına dair birçok çalışma ve etkinlik ortaya çıktı. Gazeteci Hıfzı Topuz’un “Paris’te Bir Türk Ressam – Fikret Mualla’nın Yaşamı” (2014) adlı biyografisi, sanatçıyı tarihsel ve insani yönleriyle ele alırken, Yalın Alpay ve Emre Alkin’in “Moualla’nın Sanatı” (2016) adlı kapsamlı kitabı onun resimlerini analitik bir gözle değerlendirdi. 2020’de İzmir’de Folkart Gallery’de açılan “Yalnız ve Yaralı Bir Hayat: Fikret Muallâ” sergisi, sanatçının 55 orijinal eserini, mektuplarını, kitaplarını ve hatta Paris’te ilk gömüldüğü kimsesizler mezarındaki mezar taşını dahi bir araya getirerek büyük ses getirdi. Proje direktörü Fahri Özdemir’in belirttiği gibi, Mualla sadece Türkiye’nin değil dünyanın da önemli ressamlarından biri olarak anılmayı hak ediyordu ve bu sergiyle onun özgür ve özgün sanatını yeni nesillere tanıtmayı amaçladılar. 2023’te ise Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayınlanan “İki Aykırının Mektupları: Semiha Berksoy & Fikret Muallâ” kitabı, Mualla’nın yakın dostu opera sanatçısı Semiha Berksoy’la mektuplaşmalarını gün yüzüne çıkararak sanatçının özel dünyasına samimi bir pencere açtı. Bu mektuplar, hem döneminin Türkiye’si ve Paris’i arasında bir zaman yolculuğuna çıkarıyor, hem de Mualla’nın insani yönünü – aşklarını, dostluklarını, hayal kırıklıklarını – daha yakından hissetmemizi sağlıyor.

Tüm bu sergiler, kitaplar, belgeseller ve akademik çalışmalar sayesinde Fikret Mualla, bugün artık “deli mi, dâhi mi?” sorusundan daha fazlasını hak eden bir sanatçı olarak görülüyor. Onun resimleri, yaşadığı dönemde kıymeti bilinmeyen bir dâhinin eserleri olmaktan çıkıp evrensel sanat piyasasında değer bulan, müzelerde onurlandırılan, sanat tarihçileri tarafından incelenen bir mirasa dönüştü. Paris’te sefalet içinde öldükten sonra tabloları Fransız müzayedelerinde satışa çıktığında, Türk devleti milli miras bilinciyle bu eserleri toplayıp Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde bir Fikret Mualla Salonu oluşturdu. 1976’da Ankara’da açılan bir anma sergisinde, dostları ve koleksiyonerlerin katkılarıyla derlenen 118 tablo, sanatçının hatırasını ülkesinde yaşatmaya devam etti. Bugün Mualla’nın eserlerinin çoğu özel koleksiyonlarda olsa da, her yeni sergi ve yayınla birlikte daha geniş kitleler onun hem trajik hikâyesini hem de renkli dünyasını keşfediyor.

Bir Soruyla Veda

Fikret Mualla’nın fırtınalı yaşamı ve coşku dolu sanatı, okuru derin bir düşünceye davet ediyor: Bir sanatçının efsane olması için acı dolu bir hayat şart mıdır, yoksa bizler mi çoğu zaman sanatçının eserlerinden çok çilesine romantik bir değer atfederiz? Mualla’nın tuvalleri ile hayatı arasındaki tezat, sanat tarihinin bu “yalnız ve yaralı dâhisine” bakışımızı şekillendirirken belki de bize şu soruyu bırakıyor: Sanat mı sanatçıyı yaratır, yoksa sanatçı mı sanatı – ve hangisi efsaneleşir?

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top