20. yüzyılın en etkili sanat tarihçilerinden Sir Ernst Gombrich, akademik derinliği geniş kitlelere ulaştıran özgün bir anlatıcı olarak tanınır. 92 yıllık ömrüne sayısız eser ve başarı sığdıran Gombrich, hem uzman sanat tarihçileri hem de genel okur kitlesi nezdinde “son yarım yüzyılın en saygın sanat tarihçisi” olarak anılır. 1950’de yayımladığı Sanatın Öyküsü (İng. The Story of Art) kitabı, elli yılı aşkın bir süredir sayısız insana görsel sanatlar tarihini sevdiren eşsiz bir başlangıç noktası olmuştur. Hem akademik camiada hem popüler kültürde derin izler bırakan Gombrich’in yaşamına, sanat tarihi anlayışına ve düşünsel mirasına yakından bakalım.
Ernst Gombrich’in Yaşam Öyküsü
Ernst Hans Josef Gombrich, 30 Mart 1909’da Viyana’da entelektüel bir ailede dünyaya geldi. Ailesi köken olarak Yahudi idi; ancak 20. yüzyıl başında mistik eğilimli Protestanlığa geçmişlerdi. Genç Gombrich, müzikle iç içe bir ortamda büyüdü – annesi ve eşi piyanistti, kendisi de iyi bir çellistti – bu müzik sevgisi ileride sanat görüşünü biçimlendirecekti. Dönemin çalkantılı tarihsel atmosferinde yetişen Gombrich, Avusturya’da Nazizmin yükselişiyle birlikte kimlik konusunda da tavır aldı; ailesi din değiştirmiş olsa da, Avusturya’nın Nazizme coşkuyla sarıldığı o günlerde kendini “Avusturyalı bir Yahudi” olarak tanımlamaktan çekinmedi.
1936’da, Nazi baskısı artarken Gombrich İngiltere’ye göç etti. Londra Üniversitesi’ne bağlı Warburg Enstitüsü’nde araştırmacı olarak çalışmaya başladı – bu enstitü, Hamburglu ünlü kültür tarihçisi Aby Warburg’un mirasını sürdürmek üzere Nazilerden kaçıp Londra’ya taşınmıştı. II. Dünya Savaşı yıllarında Gombrich, BBC’nin İzleme Servisi’nde görev aldı; savaş sırasında Alman radyo yayınlarını dinleyip çözümlüyor, haber akışını takip ediyordu. (Nitekim 1945’te Hitler’in ölüm haberini İngiliz hükümetine ilk ileten kişinin Gombrich olduğu söylenir – bir Alman radyosunda Bruckner’in Wagner’in ölümü için bestelenmiş senfonisinin çalınmasından Hitler’in öldüğünü sezmişti.) Savaş sonrası yeniden akademiye dönen Gombrich, Warburg Enstitüsü’nde kıdemli araştırmacı, ardından Londra Üniversitesi’nde sanat tarihi profesörü olarak görev yaptı. 1959’da Warburg Enstitüsü’nün direktörlüğüne getirildi ve 1976’ya dek bu görevi sürdürdü. İngiliz vatandaşlığına geçen Gombrich, Oxford, Cambridge, Harvard ve Cornell gibi üniversitelerde de misafir öğretim üyeliklerinde bulundu; 1972’de Kraliçe tarafından şövalyelik nişanına layık görüldü ve 1988’de Britanya’nın en seçkin onur payelerinden Order of Merit üyeliğine seçildi. Hayatı boyunca birçok uluslararası ödül kazandı (Goethe Ödülü, Hegel Ödülü, Erasmus Ödülü gibi) ve akademik çevrelerde olduğu kadar kültür-sanat camiasında da saygın bir figür haline geldi. 3 Kasım 2001’de 92 yaşında Londra’da hayata veda eden Gombrich, ardında sanat tarihine dair anlatılarımızı derinden etkileyen bir miras bıraktı.
Sanat Tarihi Anlayışı ve Sanatın Öyküsü Kitabının Önemi
Ernst Gombrich’in sanat tarihine yaklaşımı, kendinden önceki pek çok teorisyenden farklı ve yenilikçi bir çizgi izledi. Sanat tarihi disiplinine bakışı, büyük ideolojilere veya “zeitgeist” denilen çağın ruhuna bel bağlamaktan ziyade, tek tek sanatçıların yaratıcı çabalarına odaklanırdı. Ona göre sanat tarihini yönlendiren, her çağın kolektif zihni ya da mistik bir “çağ ruhu” değil, bireysel sanatçıların deneme-yanılma yoluyla öğrendikleri ve birbirlerinden devraldıkları görsel problemlere getirdikleri çözümlerdi. Gombrich, sanat eserlerini değerlendirirken psikoloji ve algı biliminden yararlandı; ünlü kuramsal eseri Art and Illusion (1960), bir düz yüzey üzerinde üç boyutlu bir görüntünün nasıl yaratılabildiğini ve sanatçıların bu “illüzyonu” yüzyıllar içinde nasıl geliştirdiklerini açıklıyordu. Bu çalışma, sanatta üslup değişimlerinin gizemli bir “kolektif bilinç”ten değil, rasyonel deneyler ve keşiflerden kaynaklandığını savunarak dönemin yaygın sanat tarihi kuramlarına meydan okudu. Nitekim Gombrich, Heinrich Wölfflin gibi salt biçimsel analizlere odaklanan tarihçilerin, sanat eserlerini ait oldukları insani ve tarihsel bağlamdan kopardığını düşünüyordu. O, sanatın hem görsel hem düşünsel yönlerine önem vererek, estetik deneyimi insani psikolojiyle bağlantılı şekilde ele aldı.
Gombrich’in akademik dünyaya en büyük armağanlarından biri, sanat tarihini anlaşılır ve cezbedici bir dille anlatabilme yeteneğiydi. Bu yönü en parlak ifadesini, ilk kez 1950’de yayımlanan Sanatın Öyküsü (The Story of Art) kitabında buldu. Gombrich bu kitabı aslında genç okuyucular için kaleme almıştı; ancak eser öylesine başarılı oldu ki, yetişkinler için de dünya çapında en çok okunan sanat tarihi giriş kitabına dönüştü. Kitap, mağara resimlerinden 20. yüzyıl sanatına uzanan kapsamlı bir panorama sunuyor ve bunu yaparken sanat tarihini adeta bir hikâye gibi akıcı bir üslupla aktarıyordu. Gombrich daha ilk cümlede “Aslında ‘Sanat’ diye bir şey yoktur. Yalnızca sanatçılar vardır,” diyerek okuru uyarır – sanat eserlerini soyut kavramlar üzerinden değil, onları üreten bireyler üzerinden anlamak gerektiğini vurgular. Sanatın Öyküsü, yarım yüzyıldan uzun süredir tüm dünyada milyonlarca okura ulaştı; bugüne dek 8 milyondan fazla kopya sattığı belirtilmektedir. Pek çok dile çevrilen eser, Türkiye’de de Remzi Kitabevi tarafından Sanatın Öyküsü adıyla yayımlanarak yıllarca sanatseverlerin başucu kitabı oldu. Ulaşılabilir fiyatlı, bol resimli ve büyük boy formatıyla 20. yüzyıl ortasında sanat kitaplarında bir devrim yaratan Phaidon Yayınevi’nin en başarılı kitabı olarak anılan Sanatın Öyküsü, sanat yayıncılığında “sanatı herkese ulaştırma” misyonunun adeta sembolü haline geldi.
Elbette, bu klasik eserin günümüz bakış açısıyla değerlendirildiğinde eleştirildiği yönler de var. Sanatın Öyküsü’nde 600 sayfalık insanlık sanatı kronolojisinde yalnızca bir kadın sanatçıya (Käthe Kollwitz) yer verilmiş olması, son yıllarda özellikle kadın sanatçıların yok sayılması konusunda eleştirilmiştir. Kitabın odağının büyük ölçüde Avrupa sanatında kalıp diğer coğrafyaların sanatlarına çok az değinmesi de Avrupa-merkezci bir anlatı oluşturduğu gerekçesiyle tartışılmıştır. Yine de Gombrich’in berrak üslubu, hikâyeleştirerek anlatma yeteneği ve sanat eserlerini yaratıldıkları tarihî bağlam içinde ele alma yaklaşımı, Sanatın Öyküsü’nü on yıllar boyunca benzersiz kılmıştır. Bu eser, akademik titizlik ile samimi bir üslubun birleşebileceğini kanıtlayarak sanat tarihi yazımında yeni bir çığır açmıştır.
Sanat ve Kültür Alanında Düşünsel Etkisi ve Eleştiriler
Ernst Gombrich, sanat tarihi disiplinine kazandırdığı özgün bakış açısıyla hem çağdaşlarını hem de kendisinden sonraki kuşakları etkiledi. Kuramsal çalışmaları arasında en önemlisi sayılan Art and Illusion (1960), yayınlandığı tarihten sonraki kırk yıl boyunca görsel sanatların felsefi ve eleştirel tartışmalarının merkezinde kaldı. Gombrich bu eserinde ve diğer makalelerinde (ör. Meditations on a Hobby Horse, 1963) sanatın estetik sorularını psikoloji, algı, hatta dilbilim gibi alanlarla köprüler kurarak inceledi. Sanatın nasıl anlaşıldığı, hayal gücünün görsel temsillerde nasıl işlediği gibi konulardaki görüşleri, sanat tarihçilerine yepyeni ufuklar açtı. Özellikle Rönesans sanatı üzerine yaptığı incelemeler (Norm and Form, 1966 gibi) hem dönemin zihniyetini hem de sanatçının bireysel yaratıcılığını aynı anda kavramaya çalışan bir yöntemin ürünüydü. Gombrich, akademik dünyada saygın bir konum edinmiş; Oxford, Cambridge gibi kurumlarda ders vermiş, 1972’de şövalyelik unvanı ve ilerleyen yıllarda Goethe Ödülü gibi prestijli ödüllerle onurlandırılmıştır. Bu durum, onun klasik müzikten edindiği disiplin ve estetik duyarlılığı, sanat tarihi yazımına taşıyan derinlikli yaklaşımının bir göstergesi olarak görülebilir.
Öte yandan, Gombrich’in fikirleri ve tercihleri zaman zaman eleştirilere de konu oldu. Kimi çevrelerce “modernizmin muhafazakâr bir muhalifi” olarak nitelendirildi; zira Gombrich, sanatta illüzyon ve geleneksel yapı arayışını vurgulaması nedeniyle soyut modern sanata mesafeli durmakla tanınıyordu. 1958’de Atlantic Monthly dergisinde yayımlanan “Soyut Sanat Modası” (The Vogue of Abstract Art) makalesinde, dönemin soyut eğilimlerini ironik bir dille eleştirmişti. Hatta dergi editörleri bu yazının başlığını Gombrich’in onayı olmadan “Soyut Sanat Tiranlığı” olarak değiştirmiş, bu da onun modern sanata eleştirel tutumunu iyice vurgular hale getirmişti. Gombrich, “içsel yapısı” görünür olmayan, yalnızca dikkat çekici jestlere dayanan sanat işlerinden çok etkilenmediğini açıkça belirtmiştir. Nitekim 20. yüzyılın ikinci yarısında gelişen avangard akımların bir kısmını, sanat dünyasında adeta bir “moda” veya “heves” olarak görüp ticari saiklerle beslendiğini düşünüyordu. “Sanattaki değişime eskiden direnen kamuoyu, artık değişimi pasifçe kabullenen bir izleyici kitlesine dönüştü,” diyerek, sürekli yenilik arayışının sanatta baş döndürücü bir hız yarattığını eleştirmiştir. Gombrich’e göre günümüzde “asi tavırlardan kaçınan sanatçıların savunulmaya ihtiyacı var”dı – çünkü sanat ortamında sürekli değişim beklentisi, gerçek yaratıcılığın önüne geçebiliyordu.
Akademik cephede ise Gombrich, hiçbir zaman belirli bir teorik ekole bağlı kalmamış, kendi tabiriyle kendisini bir “sanat tarihçisi” olarak bile görmemiştir. Onun disipline dışarıdan ve eleştirel bakan yaklaşımı, bazı akademisyenler tarafından “ön-eleştirel” (yani yapısalcılık, feminizm, postmodernizm gibi sonraki eleştirel kuramlardan önceki bir yaklaşım) ve katı biçimde Avrupa merkezli bulunmuştur. Özellikle 1970’lerden sonra sanat tarihi alanında sosyal tarih, cinsiyet çalışmaları, küresel bakış gibi yeni trendler güç kazanırken, Gombrich’in anlatısı bu yeni eleştirel merceklerle yeniden değerlendirildi. Örneğin, Amerikan sanat tarihçisi James Elkins, Sanatın Öyküsü’nün tekil ve çizgisel anlatısına karşılık 2002’de Stories of Art (Sanatın Öyküleri) adlı bir kitap yazarak, sanat tarihinin tek bir öykü değil birden fazla perspektiften anlatılabilecek öyküler bütünü olduğunu savundu. Bu tür eleştiriler, Gombrich’in eserlerinin eskidiğini değil, aksine o eserler üzerine düşünmeye devam edildiğini gösterir. Aldığı eleştirilerle beraber, Gombrich’in açık görüşlülüğü ve tartışmaya girmekten çekinmeyen üslubu, öğrencileri ve meslektaşları arasında takdir gördü. Onun bilgi birikimi ve insan sıcaklığını birleştiren karakteri, ders verdiği ortamlarda efsanevi bir etki yaratmış; kütüphanede kendisine soru soran bir gence içtenlikle yardım eden ama hatalı bir yorum duyduğunda da sertçe düzelten bir hoca olarak hatırlanmıştır. Hem eleştirilen hem saygı duyulan bir isim olarak Gombrich, sanat tarihi alanında eşsiz ve ayrıksı bir konum edinmiştir.
Güncel Tartışmalarda Gombrich: Yeni Bakışlar ve Değerlendirmeler
Sir Ernst Gombrich, 2001 yılındaki vefatının üzerinden yirmi yılı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen, günümüzün sanat tarihi tartışmalarında canlı bir referans noktası olmayı sürdürüyor. Halen akademik etkinliklerde Gombrich’in mirası masaya yatırılıyor, hakkında konferanslar düzenleniyor. Örneğin Ekim 2024’te Viyana Üniversitesi’nde gerçekleştirilen uluslararası bir etkinlikte, Gombrich’in entelektüel mirası ve meşhur “Viyana Ekolü” kapsamındaki yeri yeniden ele alındı. Bu konferansta sanat tarihi ile psikoloji arasındaki etkileşimde Gombrich’in rolü, ve hatta Gombrich’in dünya sanatları tarihine bakışı gibi konular tartışıldı. Uzmanlar, Gombrich’in Avrupa dışı sanat tarihi yazımına katkılarını ve sınırlılıklarını değerlendirerek, onun yaklaşımını küresel bir perspektifle yeniden okumaya çalışıyorlar. Nitekim Gombrich’in eserleri, özellikle Sanatın Öyküsü, bugün artık küresel sanat tarihi normları çerçevesinde yeniden değerlendiriliyor. Onun Avrupa merkezli anlatısına karşılık, 21. yüzyılda sanat tarihi yazımı daha kapsayıcı olma arayışında. Bu bağlamda, Gombrich’in çalışmaları hem bir temel hem de bir karşıt örnek teşkil ediyor: Bir yandan sanat tarihine giriş için vazgeçilmez bir klasik olarak görülürken, diğer yandan “acaba sanatın tek bir öyküsü mü olur, yoksa birçok öyküsü mü var?” sorusunu sordurtuyor.
Günümüzde sanat yayıncılığı ve müze küratörlüğü de Gombrich sonrasının bilinciyle kendini yeniliyor. Sanatın Öyküsü’nün yayınevi Phaidon’un yöneticilerinden Deborah Aaronson, artık “anlatılmamış kalmış hikâyeleri” ortaya çıkarmak ve sanat tarihinin gelişen kanonuna yeni sesler eklemek üzerine yoğunlaştıklarını vurguluyor. Nitekim 2019’da yayımladıkları Great Women Artists (Harika Kadın Sanatçılar) kitabı, 50’yi aşkın ülkeden 400 kadın sanatçıyı içeren kapsamlı bir derleme olarak bu çabanın bir ürünüydü. Bu ve benzeri girişimler, Gombrich’in zamanında ihmal edilen sanatçıların ve kültürlerin öykülerini görünür kılmaya yönelik geç kalmış adımlar olarak değerlendirilebilir. Öte yandan, Gombrich’in eserleri halen eğitim kurumlarında okunmaya devam ediyor; pek çok üniversite ve lise seviyesinde Sanatın Öyküsü temel bir referans olmayı sürdürüyor. Hatta bazı çağdaş sanat tarihçileri, Gombrich’in net anlatım tarzını ve kapsamlı tarihsel panoramasını bir model olarak alıp güncellemeye, daha kapsayıcı yeni “sanatın öyküleri” yazmaya çalışıyorlar.
Son tahlilde, Ernst Gombrich hem geleneğin bir parçası hem de ona karşı yapılan reformların bir ölçütü olarak sanat tarihi disiplininde varlığını sürdürüyor. Bir yandan akademik çevrelerde “ihtiyaç duyduğumuz ama pek taklit edemediğimiz” bir üstat olarak görülüyor – zira hala sık sık alıntılanırken onun yöntemini aynen izleyen pek az kişi var. Diğer yandan, geniş okur kitlesi için sanat tarihini sevdiren popüler bir yazar olarak hatırlanıyor. Gombrich, sanatın öyküsünü anlatırken aslında bizlere sanatın insan öyküsü olduğunu göstermişti. Peki, günümüzün hızla değişen sanat dünyasında, Gombrich’in izinden giderek sanatın öyküsünü nasıl anlatacağız? Belki de bu sorunun cevabı, tek bir “öykü” yerine, birbirine kulak veren pek çok farklı öyküde gizlidir…