Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı: Hayalden Gerçeğe Kaçışın Öyküsü

Tarihsel Arka Plan: Thurber’ın Hikâyesinden Stiller’ın Filmine

James Thurber’ın 1939’da The New Yorker’da yayımladığı “The Secret Life of Walter Mitty” adlı kısa öykü, sıradan bir adamın gündüz düşleriyle dolu hayatını mizahi bir dille anlatıyordu. “Walter Mitty” adı, zamanla İngilizcede gerçek dünyadan kopuk hayalperest insanlar için kullanılan bir terim haline geldi (hatta “Mittyesque” sözcüğü türedi). Thurber’ın hikâyesi o kadar popüler oldu ki, 1947’de efsane yapımcı Samuel Goldwyn tarafından Danny Kaye’in başrolde oynadığı bir filme uyarlandı. Ne var ki bu ilk Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı uyarlaması öyküden epey farklıydı; Thurber sonuçtan memnun kalmamış ve filmi özel sohbetlerinde “Danny Kaye’in Halka Açık Yaşamı” diye tiye almıştır.

Ben Stiller imzalı 2013 yapımı Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı, Thurber’ın hikâyesinin çağdaş bir yeniden yorumlamasıdır. Bu proje Hollywood’da uzun yıllar “development hell” denilen gelişim çıkmazında kalmış; Ron Howard’dan Steven Spielberg’e, Jim Carrey’den Sacha Baron Cohen’e pek çok ünlü ismin gelip geçtiği bir hazırlık süreci sonunda mümkün olabilmiştir. Nihayet, yaklaşık 20 yıllık bir bekleyişten sonra, Goldwyn ailesinin de yapımcıları arasında olduğu film 2013 Noel’inde gösterime girdi. Ben Stiller, projeye önce başrol oyuncusu olarak dahil olmuş, ancak yapımcılara gösterdiği tutku sayesinde yönetmenlik koltuğunu da kapmıştı. Böylece 75 yıl önceki hayalperest karakter, modern sinema teknolojisi ve bakışıyla yeniden hayat buldu.

Modern İnsanın Kaçış Düşleri ve Filmin Temaları

Film, günümüz şehir insanının monotonluk ve tatminsizlik hissini merkezine alıyor. Walter Mitty, Life dergisinin arşiv bölümünde çalışan, kendi halinde bir fotoğraf negatifi arşivcisi. Hayal gücü öylesine geniş ki sık sık dalıp giderek kendini fantastik maceraların kahramanı olarak düşlüyor – tıpkı Thurber’ın orijinal hikâyesindeki gibi. Ancak 2013 yapımı filmde Walter’ın hayalleri, dijital çağda gerçek yaşamın bunaltıcılığıyla daha doğrudan tezat oluşturuyor: Artık dergi basılı yayına veda edip tamamen internet ortamına geçecek, Walter ve emek verdiği negatifler dünyası işlevsiz kalacaktır. Film tam da bu noktada modern insanın sorununa parmak basıyor: İşini kaybetme korkusuyla yaşayan, rutine sıkışmış bireyler, sosyal medyada sahte bir hareketlilik ve mutluluk görüntüsü verse de aslında oldukları yerde sayıyorlar. Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı, “dört duvar arasına sıkışan modern çağ insanının” makinelere (örneğin bir arkadaşlık sitesindeki “wink/göz kırpma” tuşuna) emanet ettiği sahte etkileşimlerin altını çiziyor; mutlu olduğunu sanan bu “sentetik” hayatların boşluğunu göstermeye çalışıyor.

Filmin temel temalarından biri kaçış – ancak burada ironi şu ki, Mitty’nin kaçışı gerçek dünyaya doğru. Başlangıçta zihnindeki çılgın fantezilere sığınan Walter, olaylar gelişip de efsanevi fotoğrafçı Sean O’Connell’ın kayıp negatifini bulmak için yollara düştüğünde, adeta kendi hayatının kontrolünü eline alıyor. Film boyunca eskapizm (gerçeklikten kaçış) teması çift yönlü ele alınıyor: İlk bölümde Walter’ın renkli hayal sekansları onu gerçeklerden uzaklaştıran bir sığınak iken, ikinci bölümde İzlanda’nın yanardağlarından Himalayalar’ın zirvesine uzanan gerçek bir maceraya atılması, hayallerin somut bir deneyime dönüşebileceğini gösteriyor. Bir eleştirmenin de belirttiği gibi film, “hayal dünyasını bırakıp dünyaya karışmamız gerektiğini” telkin eden, yaşamı yüceltici bir tona sahip. Ben Stiller bir röportajında Walter karakterini, “gençken olmak istediği kişi olma hayallerini bastırmış, hayatın akışı içinde normal bir düzene razı olmuş” biri olarak tanımlıyor. İşte bu bastırılmış özlemler, filmde önce fanteziler olarak patlak veriyor, sonra Walter cesaretini toplayıp gerçek dünyada adım attıkça fantezilerin yerini gerçek tatmin almaya başlıyor. Finalde ulaşılan mesaj net: “Güzel şeyler ilgi talep etmez” – bu söz, filmin doruk noktasında usta fotoğrafçı O’Connell’ın ağzından dökülüyor ve Walter’ın peşine düştüğü o kıymetli 25 numaralı kare fotoğrafın aslında sıradan görünen kendi portresi olduğu ortaya çıkıyor. Sıradan bir insanın bile içinde saklı bir güzellik ve değerin olduğunu vurgulayan bu metafor, filmin “olağan olanın içindeki güzelliği fark et” temasını mükemmel özetliyor. İzleyiciye, hayallerimiz kadar değerli bir hayatı gerçek dünyada inşa edebileceğimizi ima eden film, “yaşamaya değer bir hayatın macerası” söylemini perçinliyor.

Anlatım Dili ve Görsellik: Fantaziden Maceraya

Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı, anlatım diliyle de benzer türdeki filmlerden ayrılıyor. Ben Stiller’ın yönettiği film, türler arasında gezinen bir üsluba sahip: Komedi, romantizm, fantezi, macera ve dram ögeleri iç içe geçiyor. Filmin ilk yarısında beliren absürt ve mizahi fantezi sekansları, ana karakterin iç dünyasını rengârenk bir şekilde perdeye yansıtıyor. Örneğin, Walter’ın ofiste dalıp kendini bir süper kahraman gibi hayal ettiği ya da bir binadan diğerine atladığı sahneler aşırı stilize, çizgi romanvari bir görsellikte sunuluyor. Ancak hikâye ilerledikçe bu hayal sahneleri azalıyor ve yerini gerçek mekânlarda geçen, nefes kesici macera sekanslarına bırakıyor. Bu geçiş, karakterin içsel dönüşümünü görsel olarak da destekliyor: Walter hayal kurmayı bırakıp yaşamaya başladıkça, film de hayali olmaktan çıkıp gerçek bir yol hikâyesine evriliyor.

Film görselliğiyle izleyiciye adeta “dünyaya açıl” diyor. Özellikle ikinci bölümdeki uzun yolculuk sekansları, sinematografik açıdan çok etkileyici. İzlanda’da patlayan bir yanardağdan okyanusta geçen fırtınalı gemi yolculuğuna, oradan Afganistan’ın ıssız tepelerine uzanan sahneler, geniş açılı çekimler ve etkileyici manzaralarla sunuluyor. Stiller’ın yönetmen olarak bu noktada başarılı bir iş çıkardığı vurgulanıyor: Eleştirmenlere göre film “birbirinden güzel süpürücü çekimlerle izleyiciyi Grönland’dan Himalayalar’a sürüklüyor” ve yönetmen kuru bir macera sunmak yerine bu yolculuğu bir kendini keşif deneyimi olarak estetize ediyor. Filmin kurgusu da pek çok yerde yaratıcı dokunuşlar içeriyor. Örneğin, Walter’ın hayal ile gerçek arasında gidip geldiği anlarda yapılan hızlı geçişler veya hayatındaki sıkışmışlığı yansıtmak için kullanılan fantastik detaylar (New York’ta bir binanın duvarına aniden beliren dev Life sloganı gibi) hem görsel olarak zengin, hem de mesajı destekleyen unsurlar. Sonuç olarak anlatım dili, izleyiciyi Walter’ın zihnine ortak eden fantastik bir tonla başlayıp, sonra ayağı yere basan bir anlatıma geçerek “her tür seyirciye hitap etmeye çalışan” dengeli bir üslup tutturuyor (kimi eleştirmen bu geçişlerin tonu biraz dağıttığını düşünse de genel akışın pürüzsüz olduğu savunuluyor).

Filmin müzik kullanımına da değinmek gerek: José González’in “Stay Alive” ve David Bowie’nin klasikleşmiş “Space Oddity” şarkıları, Walter’ın içsel yolculuğunu yansıtan sahnelerde çarpıcı biçimde kullanılmış. “Space Oddity” özellikle, Walter’ın hayallerini destekleyen bir marşa dönüşüyor; Cheryl karakterinin şarkıyı Walter’a cesaret vermek için söylemesi unutulmaz bir an yaratıyor. Görsel dil ile müzik bu şekilde birleşerek, filmin genelinde sıcak ve ilham verici bir atmosfer kuruluyor.

Güncel Tartışmalar ve Yeniden Değerlendirmeler

Ben Stiller’ın filmi çıktığı dönemde eleştirmenlerden karışık yorumlar aldı. Kimi eleştirmenler filmi yılın en ilham verici yapımlarından biri olarak görüp “özünde hayatı kutlayan, bizi rüya âleminden çıkıp dünyaya karışmaya davet eden” bir eser olduğunu söylediler. Gerçekten de 2013’teki ilk gösteriminde birçok izleyici salondan mutlu ayrıldı; film pozitif mesajı ve ailece izlenebilir yumuşak tonu sayesinde geniş bir kitleye hitap etti. Buna karşılık, bazı eleştirmenler de filmin anlatısını fazla yüzeysel buldular. Stanford Üniversitesi’nde yayınlanan bir inceleme, Stiller’ın uyarlamasının Thurber’ın hikâyesinin özündeki karanlık nüansları kaçırdığını, yerine “yüzeyde kalan, klişe bir anı yaşa mesajı vaaz ettiğini” öne sürdü. Benzer şekilde, filmin bazı sahnelerinin fazla melodramatik veya “espri uğruna anlam feda ediliyor” şeklinde eleştiriler aldı. Özellikle Walter ile Cheryl arasındaki romantik alt plânın zayıf işlendiği, filmin esas meselesine çok da katkı sunmadığı yönünde görüşler vardı.

İşin ilginç yanı, film eleştirmen notları açısından ancak “orta karar” sayılabilecek bir başarı yakalasa da (Rotten Tomatoes eleştirmen puanı %51 civarıdır), yıllar içinde sadık bir hayran kitlesi edindi. Günümüzde Walter Mitty birçok kişi tarafından değeri sonradan anlaşılmış, kült mertebesine yakın bir film olarak anılıyor. Örneğin, 2020’lerde bazı sinema yazarları filmi “hafif sırtı yere gelmiş (Rotten Tomatoes’da %60’ın altında) ama aslında harika filmler” listelerine dâhil ettiler. Gişede de film kendini kurtardı: 90 milyon dolarlık bütçesine karşılık dünya çapında yaklaşık 188 milyon dolar hasılat elde ederek ticari açıdan yüz güldürdü. Bu sayede de olsa gerek, televizyon ve dijital platformlarda sıkça gösterilen, kulaktan kulağa tavsiye edilen bir yapım haline geldi. Türkiye’de de film hakkındaki yorumlar ilk günden itibaren ikiye bölünmüştü. Ana akım bazı eleştiriler, filmin mesajını samimi bulup görselliğini överken, bazı köşe yazarları da filmin fazla idealize bir “Amerikan rüyası” sattığını ileri sürdü. Özellikle filmin sponsor markaları göze batıracak şekilde öne çıkarması tepki çekti: Gerçek hayattaki eHarmony sitesinin filmin önemli bir parçası haline gelmesi, Papa John’s pizzacı sahnesi ya da Cinnabon reklamını andıran anlar bazı izleyicilerce eleştirildi. Bir yorumcu, “Ben Stiller sanırım Michael Bay’in ürün yerleştirme kralı tahtına göz dikmiş” diyerek bu duruma dikkat çekiyordu; gerçekten de Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı “aşırı yoğun ve gereksiz ürün yerleştirme” kullanımıyla örnek gösterildi. Bunun yanında filmin temposunun ilk yarıda ağır ilerlediği, esas maceraya geç başlandığı ve finaldeki çözümün fazla kolay (deyim yerindeyse bir deus ex machina) olduğu da dile getirilen eleştiriler arasındaydı.

Tüm bu tartışmalara rağmen, filmin pek çok izleyici için özel bir yeri olduğu bir gerçek. “Walter Mitty” ismi, özellikle pandemi sonrası dönemde ofis yaşamının sorgulandığı, insanların doğaya ve “gerçek” deneyimlere özleminin arttığı bir bağlamda yeniden gündeme geldi. Evden çıkamadığımız dönemlerde, Netflix gibi platformlarda Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı gibi filmler bir nevi kaçış imkânı sundu ve bu sayede film yeni bir izleyici dalgasıyla buluştu. Hatta sosyal medyada, filmden alınan “Beautiful things don’t ask for attention” (Güzel şeyler ilgi çekmeye çalışmaz) gibi replikler sıklıkla paylaşılarak popüler kültürde küçük de olsa bir iz bıraktı. Aradan geçen on yıla rağmen filmin temasının güncelliğini koruduğunu söyleyebiliriz: Monoton iş hayatından bunalan pek çok kişi için Walter Mitty, gerçek dünyada macera peşine düşme fantezisinin sembolü haline geldi. Kimileri bunu aşırı iyimser bir Hollywood masalı olarak görse de, kimileri de tam tersine filmin ilham verici yönünü sahipleniyor. Nitekim yurtdışında bazı yazarlar Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı’nı “Rotten Tomatoes skoru düşük olup da sevdiğimiz filmler” listelerine alırken, “aslında Nike’ın Just Do It – ‘Haydi, Yap!’ sloganının iki saatlik versiyonu gibi, gerçekdışı yaşam öğütleri veren bir film” diye eleştirenler de oldu. Bu karşıt görüşler, filmin etrafındaki güncel tartışmaların hâlâ sürdüğünü gösteriyor.

Ben Stiller ve Sean Penn: Filmin Öne Çıkan İsimleri

Filmin hem yönetmeni hem de başrol oyuncusu olan Ben Stiller, bu projeyle kariyerinde farklı bir yol denedi. Genellikle broad komedi (absürd güldürü) filmleriyle tanınan Stiller, Walter Mitty ile daha durgun, duygusal tonda bir hikâye anlatıcılığına soyunuyor. Kendisinin de belirttiği üzere, hayal kurmanın değerine inanan birisi olarak bu filmi sahiplenmiş ve ortaya koyduğu vizyonla yapımcıları etkilemişti. Stiller’ın performansı da dikkat çekici: Walter’ın içine kapanık, utangaç ama özünde iyi niyetli karakterini doğal bir mizah duygusuyla harmanlayarak canlandırıyor. Böylece izleyici, Walter’ın sıkılganlıklarını yadırgamıyor; aksine kendinden bir parça bulabiliyor. Hatta bazı eleştirmenler Stiller’ın “sosyal açıdan beceriksiz nevrotik adam” rolünü çok inandırıcı oynadığını ve Kristen Wiig ile olan sahnelerinde romantik kimyayı ölçülü bir komediyle dengelediğini vurguladı.

Filmde kısa ama çarpıcı bir rolde karşımıza çıkan Sean Penn ise adeta kendi persona’sını yansıtan bir karakteri, fotoğrafçı Sean O’Connell’ı canlandırıyor. Penn, filmde çok az diyalogla ve belki toplam birkaç dakikalık ekran süresiyle yer alsa da, varlığı hikâyeye derinlik katıyor. O’Connell karakteri, Walter’ın olmak istediği şeye – özgür ruhlu, cesur bir gezgin – bir ayna tutuyor. Penn’in canlandırdığı bu efsanevi fotoğrafçı figürü, hikâyenin bilge rehberi gibi düşünülebilir. Nitekim karla kaplı Himalaya tepesinde Walter’la yaptığı sohbet ve “o anın tadını çıkarmak için deklanşöre basmama” tercihi, filmin felsefi zirvelerinden birini oluşturuyor. Penn, gerçek hayatta da maceracı kişiliğiyle tanınan bir aktör olduğu için, izleyici onu bu rolde çok yadırgamıyor – adeta kendisini oynuyormuş gibi bir his oluşuyor. Bu da filmin anlatmak istediği “anı yaşa” mesajını daha da sahici kılıyor. Küçük bir rolde de olsa Penn “her zamanki gibi rolünün hakkını veriyor” diyerek, yerli eleştirmenlerin de beğenisini kazanmıştı. Oyuncu kadrosunda ayrıca Kristen Wiig (Walter’ın platonik aşkı Cheryl rolünde) ve Adam Scott (acımasız patron Ted rolünde) gibi isimler yer alıyor. Bu iki oyuncu da aslında komedi geçmişleriyle bilinse de burada hikâyeye hizmet eden performanslar sergiliyorlar. Wiig, Walter’ın hayallerindeki ilham perisi ve gerçek hayattaki destekçisi olarak sıcak bir hava katarken, Adam Scott yapay gözüken abartılı sakalıyla karikatürize bir kötü patron tipi çiziyor. Bu zıt karakterler, Walter’ın iç çatışmasını dışa vuran araçlar olarak işlev görüyor: Biri onu hayata bağlayan bir umut, diğeri hayattan soğutan bir tehdit şeklinde.

Walter Mitty karakteri bir bakıma sıradan insanın içindeki keşfedilmemiş potansiyeli temsil ediyor. Ben Stiller’ın Walter’a yaklaşımında küçümseme veya fazladan kahramanlaştırma yok; onu idealize edilmiş bir süpermen olarak değil, hataları ve korkularıyla gerçek bir insan olarak görüyoruz. Filmin özellikle Himalayalar’da geçen doruk noktasında, Walter’ın sonunda aradığı cevheri – kendi değerini – bulması, Sean Penn’in canlandırdığı bilge gezginin rehberliğinde gerçekleşiyor. İşte bu sahnede Stiller ve Penn, karakterlerini büyük bir doğallıkla buluşturuyor: Biri hayatında ilk kez anda olmanın hazzını tadan bir adam, diğeri ise yıllardır anı yaşayan ve onun kıymetini bilen bir adam. İki karakterin karlı zirvedeki durup o anın güzelliğini paylaşmaları, filmin belki de en “sessiz” ama en etkili anı. Bu, iki oyuncunun da star imajlarını bir kenara bırakıp hikâyenin hizmetine girmelerinin bir sonucu. Sonuçta, Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı oyuncu kadrosunun abartısız fakat yürekten performansları sayesinde inandırıcılık kazanıyor.

Kültürel Bağlam ve Eleştirel Bakış

Film, günümüz kültürüne dair çeşitli alt metinler barındırıyor. Bunlardan ilki, tüketim kültürü ve dijital çağ eleştirisi. Life dergisinin kapanıp dijitale geçmesi süreci, basılı medya nostaljisinin ötesinde bir anlam taşıyor: İnsan ilişkilerinin ve deneyimlerinin de “dijitalleşmesi” vurgulanıyor. Walter’ın aşkı Cheryl ile yüz yüze iletişim kurmakta çekinip eHarmony gibi bir site üzerinden bağlantı araması, ya da hayatındaki boşluğu online profillerle doldurmaya çalışması bugünün dünyasına ait alışkanlıklar. Oyuncu Kristen Wiig, filmle ilgili bir söyleşide teknolojinin hayatımıza fazlaca girmesiyle “öylece oturup dalıp gitme kapasitemizi yitirdiğimizi” söylüyordu. Gerçekten de filmde Walter’ın hayal kurma yeteneği, bir anlamda günümüz insanının akıllı telefon ekranlarına hapsolmasıyla kaybettiği bir beceri olarak sunuluyor. Stiller da aynı söyleşide “fantazinin, hayal kurmanın kimliğimizin önemli bir parçası olduğunu” vurgulamıştı. Bu yönüyle Walter Mitty, çağımız insanına “bir dur ve hayal et” diyen bir hikâye olarak okunabilir.

Bir diğer bağlam, kaçış ve özgürlük meselesi. Film, gerçek dünyadan kaçışı teşvik ediyor mu, yoksa tam tersine gerçek dünyaya dönmeyi mi öneriyor? Bu soru etrafında dönen eleştiriler mevcut. Filmin finaline baktığımızda, Walter sonunda hayal kurmaktan vazgeçip somut gerçekliğe sarılıyor. Yani anlatı, ilk bakışta kaçışın değil yüzleşmenin tarafında duruyor. Ancak Walter’ın yaptığı “yüzleşme”, işini gücünü bırakıp dünyayı gezmeye çıkmak gibi birçok kişi için ütopik sayılabilecek bir davranış. Bu açıdan bazı eleştirmenler filmde sunulan çözümün ortalama bir insanın gerçek hayatındaki sorunlarına uygulanamayacak kadar idealize edildiğini düşünüyor. Bir yazar, Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı için “alt metninde gerçekçi yaşam dersleri verdiği iddiasında olan, ama aslında ‘Just Do It’ (Haydi, atıl!) tarzı sloganik bir tavsiyeyi parlatan bir film” yorumunu yapmıştı. Gerçekten de Walter’ın macerası boyunca karşısına çıkan engellerin kolayca aşılması, kurumsal zalimlikleri temsil eden patron figürünün karikatürize edilip sonunda herhangi bir yaptırımla karşılaşmaması veya ekonomik kaygıların neredeyse hiç konu edilmemesi gibi noktalar, filmin eleştirel boyutunu zayıflatan unsurlar olarak görülebilir. Filmde Walter, İzlanda’da tek başına bir helikoptere atlayıp okyanusa dalacak cesareti bir anda buluveriyor, ama izleyici bunun psikolojik hazırlığını çok derinlemesine görmüyor. Bu durum, bazılarına göre filmin “hayalden gerçeğe geçiş” temasını inandırıcılık anlamında sıkıntıya sokuyor.

Öte yandan, filmin savunucuları bu eleştirilerin farkında olmakla birlikte, eserin bir masalsı ilham hikâyesi olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyorlar. Sonuçta, bir orta yaş krizine giren, hayatını boşa geçirdiğini düşünen modern bireye, “hala zamanın var, çık ve yaşa” diyen bir film bu. Seyirciyi neye ikna etmeye çalışıyor? En basit haliyle, kendi hayatının aktif öznesi olmaya. Bunu yaparken abartılı bir görsellik veya idealizasyon varsa da, altında yatan niyet olumlu bulunuyor: Hayatın anlamını bazen en beklenmedik yerlerde – örneğin çok aranan bir fotoğraf karesinin aslında kendi sıradan emeğimizin bir yansıması olmasında – bulabileceğimiz mesajı veriliyor. Kapitalizmin rutinleştirip sıradanlaştırdığı insan hayatına küçük bir başkaldırı belki de Walter Mitty’nin hikâyesi. Nitekim yerli bir eleştirmen filmin alt metnini “Kapitalizm kötüdür, yavaş yavaş öldürür, zorunlu çalışma sıkıcıdır; eğer işten başka bir şeye zaman ayıramıyorsan, bari hayal kur” şeklinde özetliyordu. Gerçekten de Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı, plazalarda, arşiv odalarında, tekdüze ofis köşelerinde hayatını tüketen insanlara bir tür teselli veriyor: Bir çıkış yolu var, o da içindeki potansiyele kulak vermek.

Ancak film bu çıkış yolunu fazla romantize ediyor mu? Bu sorunun yanıtı izleyicinin beklentisine göre değişebilir. Eğer belgesel gerçekçiliğinde bir toplumsal eleştiri filmi ararsanız, Walter Mitty sizi tatmin etmeyecektir. Ama biraz düşsel öğelerle harmanlanmış, insanın içini ısıtan bir motivasyon hikâyesine açıksanız, film çok şey vadediyor. Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı, modern bireyin sıkışmışlığına hem bir ağıt hem de bir fantezi niteliğinde. Bir yandan “bu devirde monotonluk en büyük tehlikelerden biri” diye gözdağı veriyor, diğer yandan o tehlikeyi kendi imkanlarıyla yenebilen bir karakterin hikâyesini sunarak umut aşılıyor.

Sonuç olarak, Ben Stiller’ın Walter Mitty’si belki dünyayı tümüyle değiştirecek derinlikte bir film değil, ama pek çok izleyiciye göre onu özel kılan şey sahiciliği ve içtenliği. İzlerken bize şu soruyu sorduruyor: Kendi hayatımızın Walter Mitty’si olup hayallerde mi yaşamalı, yoksa risk alıp “hayatımızın macerasına” atılmalı mıyız?

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top